Notos'un Borges Sayısından Notlar
Neden yazıyorsunuz?
Borges: Çünkü korkaklık ve sadakatsizliğin doğurduğu o tipik talihsizlik duygusu olmadan asla yazamazdım. Öbür yazarlardan daha iyi düşündüğüme, daha iyi icat ettiğime inanıyorum; biliyorum ki neredeyse hepsi benden daha iyi yazıyor, bende olmayan ve ne düşünerek ne çalışarak ne aldırmazlıkla ne de muhteşem bir tesadüf sonucunda erişebileceğim kayıtsız ve spontane bir rahatlığa sahipler. Buna rağmen yazıyorum, çünkü benim için başka bir kader yok. (Bunu çocukluk yıllarımdan beri biliyorum.)
Edebiyatta ulaşmayı istediğiniz en büyük amaç nedir?
Borges: Öyle bir kitap, öyle bir bölüm, öyle bir
sayfa, öyle bir paragraf yazayım ki, tüm insanlar için her şey olsun.
Fransızcadan Çeviren Atilla Erol
Borges’in İlk Okumaları
Edward William Lane'in Binbir Gece
Masalları çevirisi, İlyada ve Odysseia'nın Butcher ve Lang çevirisi, bunların
yanı sıra Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında, Aynanın İçinden,
Sylvie ve Bruno gibi sevilen kitapları.
İlk okuduklarım arasında, hatırlıyorum da, Stevenson'ın Yeni Binbir Gece Masalları ve Coleridge'in “Kadim Denizci’si vardı, bir de H.G. Wells'in ilk kabusları: Ay'daki İlk İnsanlar, Görünmez Adam ve Zaman Makinesi – bu sonuncusu, üçü arasında Wells'in en iyi kitabıydı. Sonra Kipling geldi; tabii karmaşık öyküleri değil, Ormanın Kitabı ve Kim. Ama sanırım en çok da Stevenson'a borçluyum. Define Adası'nı ve Dr. Jekyll ve Bay Hyde'ı okuyarak başladım, sonra da diğer eserlerine, o harika denemelerine geçtim, sonra hayatım boyunca onu okumaya devam ettim.
Herkes gibi ben de Edgar Allan
Poe’nun öykülerini okudum. Arthur Gordon Pym’in Öyküsü'ne özel bir şükran
borçlu olduğumu belirtmem gerek. Bunların yanı sıra daha küçük çaplı kitaplar
da hatırlıyorum. Albay (Frederick) Marryat'ın The Pascha of Many Tales, The
Adventures of Mr. Verdant Green ve Tom Brown's School Days'i. Bu kitaplar bana
küçük bir çocukken verilmişti.
Hayal Gücü, Klasikler ve Sinema Üzerine
Hayal Gücü Üstüne
Hayal gücü Esas Olan'dır. Fiziksel cesaretten çok daha önemlidir. Yazmak için hayal gücü, duygu ve his gerek. En azından ben hayal gücü olmadan, duygu olmadan yazamıyorum. Bende biraz hayal gücü var - bir parça da olsa. Yine de yazdıklarımın çoğu okuduklarımdan geliyor. Öte yandan Emerson, şiirin şiirden çıktığını söylemişti.
Yazarken gerçekte olan şeylere değil, o andaki rüyama sadık kalıyorum. Biliyorum ki okur bunun böyle olduğunu anlar. Okur, yazarın yalan söylediğini hissederse, kitabı elinden bırakır. Şayet okur rüyanın gerçek bir rüyaya cevap olarak yazıldığını hissederse, okumaya devam eder. Bence edebiyat gerçek rüyalarla yapılır – sözcüklerle hokkabazlık yaparak değil. Sözcükleri unutmaya çalışıyorum ve söylemek istediğim şeyi sözcüklerle değil, sözcüklere rağmen söylemeye çalışıyorum, zira bir kitap gerçekten iyiyse sözcükleri unutursunuz. Bununla birlikte ritmi de yakalamak gerekiyor. Olay örgüsünden de, metaforlardan da, diğer şeylerden de çok daha önemli bu – her cümle için doğru ritim, doğru tonlama. Her şeyden önemlisi bu.
Klasiği Klasik Yapan Şey Üstüne
Bence okur, okuduğunu
zenginleştirmelidir. Metni yanlış anlamalıdır; onu başka bir şeye
dönüştürmelidir. Kanımca Shakespeare Macbeth’i, Hamleťi ya da Kral Lear'ı
yazdığında, bunlar çok daha basitti ama artık Coleridge'den sonra, Bradley'den
sonra, Goethe'den sonra bu kitaplar kuşaklar boyu okur tarafından
zenginleştirildi. Bence klasik, Eliot’ın düşündüğü gibi, belli bir biçimde
yazılmış bir kitap değil, belli bir biçimde okunan kitaptır. Bir klasiği
okuduğunuzda her şeyin ölçülüp tartıldığını, hiçbir sözcüğün tesadüfi
olmadığını düşünürsünüz. Özellikle de Kutsal Kitap'ı okuduğunuzda, Kutsal Ruh
bütün işi halletmiştir diye düşünürsünüz.
Borges Öykülerini Sinemaya Uyarlamak Üstüne
Yönetmen metinden sapmalı ve
olabildiğince çok kendisi icat etmeli. Üstüne düşen vazife bu – metne sadık
kalmamak.
The Royal Society of Arts, Londra, 5 Ekim 1983
İngilizceden çeviren Oğuz Tecimen
Mario Vargas Llosa’nın Nefis Borges
Yazısından Notlar
O bir dostum ve yoldaşımdı. Borges
o dönemki tartışmalarımızın hiç bitmeyen konusuydu. Benim için, kimyasal bir
saflıkla, Sartre'ın bana nefret etmeyi öğrettiği her şeyi temsil
ediyordu: yaşadığı dünyadan ve güncel olandan kaçıp derin bilgiler ve
hayallerle kurulmuş entelektüel bir evrene sığınan sanatçıyı; siyaseti, tarihi,
hatta gerçekliğin kendisini bile küçümseyen ve edebiyat olmayan her şeye karşı
beslediği o şüpheciliği ve güler yüzlü horgörüyü utanmazca sergileyen yazarı;
yalnızca solun dogmaları ve ütopyaları üzerine ironi yapmakla yetinmeyen, bu
karşı duruşunu alaycı bir edayla şövalyelerin genelde kaybedenlerin tarafında
olduğunu iddia ederek muhafazakâr parti saflarına geçecek kadar aşırıya götüren
entelektüeli.
Gençliğimdeki edebi tutkularıma
karşı çok sebatkâr olamadım; o zamanlar bana model olan çoğu isim şimdi yeniden
okumayı denediğimde elimden düşüveriyor, en başta da Sartre'ın kendisi. Ama
farklı olarak Borges, o gizli ve günahkâr tutkum, asla silinip gitmedi; onun
metinlerini yeniden okumak, belli aralıklarla bir ritüeli yerine getirir gibi
sürekli yaptığım bu eylem, her zaman keyifli bir macera oldu.
(Latin Amerikalı yazarlar) bir
şeyi unutuyorlardı: tarihsel ve dilsel olarak Batı kültürünün asli unsuru
olduklarını. Latin Amerikalı yazar ne salt bir taklitçisiydi bu geleneğin ne de
bir sömürgesi; dört buçuk yüzyıl önce İspanyol ve Portekizlilerin bu kültürün sınırlarını
Góngora’nın Las soledades'te “en son Batı” olarak adlandırdığı yerlere kadar
genişletmesinden beri onun meşru bileşenlerinden biriydi. Borges'le bu artık
apaçık ortaya çıkmış ve böylece, kendisini bu kültürün bir parçası hissetmek
Latin Amerikalı yazarın bağımsızlığını ya da özgünlüğünü kısıtlayan bir
gösterge olmayı bırakmıştır.
Borges'i bir “Avrupalı” yapmadı.
Altmışlı yıllarda Londra'da Queen Mary College'da birlikte Ficciones’i ve Alef’i
okuduğumuz öğrencilerime Latin Amerika'da Borges’i “Avrupacı” olmakla, bir
İngiliz yazardan çok az farkı olmakla suçladıklarını söylediğimde yaşadıkları
şaşkınlığı hatırlıyorum. Bunu anlayamıyorlardı. Anlatılarında birbirinden
apayrı bu kadar ülkeyi, çağı, konuyu ve kül- türel göndermeyi birbiriyle
harmanlayan bu yazar onlara (o zamanın modası) çaçaça dansı kadar egzotik
geliyordu. Yanılmıyorlardı. Borges, Avrupalı yazarların çoğunlukla
olageldikleri gibi, ulusal geleneğe mahkûm olmuş bir yazar değildi ve bu da
onun bildiği pek çok dil sayesinde rahatlıkla hareket ettiği kültürel uzaydaki
yer değiştirmelerini kolaylaştırıyordu. Kozmopolitliği, kültürel olarak çok boş
bir ortamı sahiplenmek, yabancı olanla kendine ait bir geçmiş yaratma konusundaki
o istekliliği çok derin bir biçimde Arjantinli olmaktan, yani Latin Amerikalı
olmaktan kaynaklanır. Ama onun durumunda, Avrupa edebiyatıyla bu yoğun
alışveriş, aynı zamanda, kişisel bir coğrafya meydana getirmenin bir biçimi,
Borges olmanın bir yolu da oldu. Kendi merakları ve iç çatışmaları tuhaf
kombinasyonlarla oluşan yalnızca ona ait bir kumaşı ilmek ilmek dokudu.
Ve
bu da Latin Amerikalı yazarın Borges örneğine çok şey borçlu olduğu bir başka
konudur. O bize yalnızca bir Arjantinlinin Shakespeare üstüne dolu dolu
konuşabildiğini ya da Aberdeen'de yaşanan inandırıcı hikâyeler kurabileceğini
göstermekle kalmadı, aynı zamanda kendi biçemsel geleneğinde devrim
yapabileceğini de gösterdi. Dikkat: Örnek dedim; etkiyle aynı şey değil bu.
Borges’in düzyazısı, öfkeli özgünlüğü yüzünden, pek çok hayranına zarar verdi,
onunla başlayan bazı fiil kullanımları ya da imgeler ya da niteleme biçimleri
başkaları tarafından kullanılınca katıksız parodilere döndüler. Bu en hızlı
biçimde fark edilen bir "etki”dir, çünkü Borges de tıpkı en saygın klasik
yazarlarımız (o çok hayran olduğu) Quevedo ve (hiçbir zaman çok sevemediği)
Góngora gibi dilimizde kendine has bir ifade tarzı ve yalnızca ona ait bir
sözel müzik yaratan yazarlardandır. Borges'in yazısı duyulunca tanınır, bazen
tek bir cümle, hatta tek bir fiil (sanmak mesela ya da yorgun düşmek) yeter
ondan bahsedildiğini anlamak için.
Öykü,
kısalığı ve yoğunluğu nedeniyle, kendisini yaratmaya iten ve edebiyat sanatına
olan hâkimiyeti sayesinde müphem ve soyut hallerinden sıyrılıp bir çekicilik
hatta dramatik bir nitelik kazanan o konulara en uygun türdü: zaman, kimlik,
düş, oyun, hakikatin doğası, çift kişiliklilik, sonsuzluk. Bu meraklar çoğu
zaman, daha sonra hissettirmeden ya da sertçe fantastik olana doğru taşınmak ya
da felsefi ya da teolojik bir tartışma kaybolup gitmek üzere, bazen yere
renklere de bulanan son derece gel çekçi net ayrıntılar ve notlarla başlayan
hikâyeler olarak ortaya çıkarlar
Bu
hikâyelerde olaylar hiçbir zaman gerçekten de özgün olan en önemli şeyler
değillerdir, olanları açıklayan teoriler, yaşananların kökenine dair
yorumlardır gerçekten önemli olan yerler. Borges için de, tıpkı "Yorgun
Bir Adamın Ütopyası’ndaki hayali karakter için olduğu gibi, olaylar “yalnızca
yaratmak ve akıl yürütmek için birer çıkış noktasıdır”. Gerçek olan ve
gerçekdışı olan üslupla ve anlatıcının onlar arasında gidip gelişindeki
doğallıkla bir araya getirilir, genellikle alaycı ve şaşırtıcı bir derin bilgi
ve o aşırı bilgililikte gelişebilecek olana müsaade etmeyen gizli bir
şüphecilik de eşlik eder bu gidiş gelişlere.
Onun
gibi duyarlı bir yazarın - özellikle de giderek ilerleyen körlüğün onu
neredeyse bir engelli yapmasıyla daha da kırılgan ve nazik olan bir kişinin-
öykülerindeki kan ve şiddetin çokluğu şaşırtacaktır kimilerini. Ama
şaşırtmamalı; edebiyat dengeleyici bir gerçekliktir ve onunki gibi vakalarla
doludur. Bıçaklar, cinayetler, işkenceler doldurur onun sayfalarını; ama bu
vahşilikler onları bir hale gibi çevreleyen ince bir ironiyle ve onun vurucu ve
duygusal olana asla yüz vermeyen düzyazısının soğuk akılcılığıyla
uzaklaştırılmışlardır. Bu, öykülerdeki fiziksel dehşete heybetli bir nitelik
verir, onu gerçekdışına taşınmış gerçeklikten bir sanat eseri yapar.
Hayattan kaçan, hayatin herhangi bir yüzü üzerine okuru aydınlatma ya da rahatlatma yetisinden yoksun hiçbir edebiyat kalıcı olamamıştır. Borgesyen dünyanın yegâneliği, onda varoluşun, tarihin, cinsiyetin, psikolojinin, duyguların, içgüdünün vb. çözünmüş olmasından ve çok özel bir düşünsel boyuta indirgenmesinden kaynaklanır. Ve hayat, şu fokur fokur kaotik karmaşa, Borgesyen bir süzgeçten, bazen hayatın özünü sunmuyor da onu feshediyormuş gibi görünecek kadar tam ve kusursuz bir akılcı süzgeçten geçerek okura yüceltilmiş, kavramsallaştırılmış ve başka bir alana taşınmış bir edebi mit olarak ulaşır.
Borges Hakkında Bunları Yazabilmek De Cesaret İşi
Borges
için bu nokta, eserin anlarda, kültürel etnik merkezcilikten mustarip
olmasıdır. Siyahi, yerli, ilkel olanlar öykülerinde çoğunlukla ontolojik olarak
aşağı varlıklar olarak belirirler, tarihsel ya da toplumsal kuşatılmışlıktan
denemeyecek bir sebeple, daha çok bir ırkın ya da koşulun doğası gereği olan
bir vahşetin içerisinde görünürler. Onlar alt insanı temsil eder, Borges için
gerçek insanlık olan şeyden mahrumdurlar: düşünceden ve edebi kültürden.
Bunların hiçbiri açıktan ifade edilmemiştir, belki de, bilinçli bile
değildirler: Metinden sızarlar, bir cümlenin kuruluşundan çıkarılırlar ya da
bazı tipik tavırlar karşısında edinilen zanlardır. Tıpkı T.S. Eliot, Papini ya
da Pío Baroja için olduğu gibi, Borges için de uygarlık yalnızca Batılı, kentli
ve (hemen hemen) beyaz olabilirdi. Doğu bu yargıdan kurtuluyordu ama tali olar
yani Çin, Fars, Japon ya da Arap olanın Avrupalı süzgecinden geçmiş halleriyle.
Latin Amerika gerçeğinin bir parçasını da oluşturan –yerliler ve Afrikalılar
gibi- diğer kültürler belki de Borges'in hayatının büyük bölümünü yaşadığı
Arjantin toplumundaki cılız varlıkları yüzünden, onun eserlerinde insani olanın
bir başka çeşitlemesi olmaktan çok bir tezat olarak yer alırlar. Bu, Borges
eserinin diğer hayranlık uyandıran değerlerini zayıflatan bir kusur değildir
ama o eserin karşılık geldiği bütünün değerlendirilmesi içinde görmezden de
gelinemez. Öyle ki bu kusur, belki de, onun insanlığına dair bir başka
ipucudur, çünkü defalarca tekrar edildiği üzere, mutlak mükemmellik bu dünyaya
aitmiş gibi görünmüyor, Borges gibi bunu başarmaya en çok yaklaşan yaratıcıların
sanatsal eserlerinde bile.
İspanyolcadan çeviren Bülent Kale
Borges, Edebiyat Ödülleri ve Tanıdıklık
Destek
konusuysa hayli ilginç bir hikâyedir. Şöyle ki, Borges Yolları Çatallanan
Bahçe adlı öykü kitabıyla, 1939-1941 yılları için Eduardo Mallea ve Álvaro
Melián Lafinur’un (babasının kuzeni, şair) teşvikiyle Ulusal Edebiyat Ödülü'ne
katılır. Lafinur aynı zamanda ödülün jürisindedir. Danışma kurulundaysa Enrique
Banchs (Borges'in ilkgençlik döneminin şairi, babasının yakın arkadaşlarından)
vardır. Biraz da beklenmeyen bir sonuç olarak Yolları Çatallanan Bahçe ödüle
değer bulunmamıştır. Jürinin bu kararı Sur içinde büyük tepki çeker. Tepkiyle
de kalınmaz, başta redaksiyon kurulu olmak üzere bir çalışma başlatılır.
Desagravio a Borges (Borges'e Teselli) sayısı böyle hazırlanır (94. sayı,
Temmuz 1942). Sur'un bu külliyatlı cevabı, “büyük anlatıcı” hakkında ilk geniş
inceleme dosyası olarak da tarihe geçecektir.
Adnan Özer
Elli sayfalık Borges dosyasının sonunda yer
alan Ceylan Öner’in yazısı nefis bir Borges’e başlangıç metni. Bulabilirseniz
Borges okumadan önce mutlaka okuyun.
Kafka
incelemesi gibi duran bu deneme (Öteki Soruşturmalar kitabında yer alan Kafka ve
Selefleri isimli deneme) temelde Borges'in, "Her yazar atalarını yaratır”
önermesini Kafka'nın esin kaynaklarıyla ispatından başka bir şey değildir. Bu
yüzden, Borges'in edebiyat ve bir bütün olarak kültür üzerine yazdıkları,
deneme olarak değil, edebiyatın kendisi olarak okunduğunda asıl anlamına kavuşur.
Kendisinin
de çoğu kez itiraf ettiği gibi, üzerine pek çok kez yazdıysa da, edebiyat
tarihinin kült olmuş pek çok eserini sonuna kadar okumamıştır Borges.
Bu fikrin ilk meyvesini “El-Mutasım'a
Yaklaşım” isimli öyküsüyle verir Borges. Bu varsayımsal yazarı öylesine “akla
yatkın" betimlemiştir ki, öykü Sur dergisinde yayımlandığında okurlar
metnin Hintli bir yazarın kitabı üzerine bir eleştiri yazısı olduğuna
inanmışlardır. Borges'in bu edebi dehasını en iyi tanımlayanlardan biri de
Calvino'dur: “Borges'le birlikte karesi alınmış bir edebiyat doğar. Aynı
zamanda kendisinden karekökü çıkarılmış bir edebiyattır bu. Daha sonra Fransa'da
kullanılacak olan bir terimi kullanmak gerekirse ‘Potansiyel Edebiyat' söz
konusudur burada."
Borges
bu ve buna benzer okur merkezli edebi denemeleriyle kendine rağmen bir edebiyat
anlayışı geliştirerek edebiyat tarihini keskin bir biçimde değiştirir. O, her
kitabin diğer bütün kitapları hem içerik hem de zihinsel olarak vaat ettiği
fikrinden yola çıkar ki bu düşüncenin sonucu olarak, dünya üzerinde yazılmış
tüm kitaplar tek bir kitaba ulaşmak için yapılan denemelerdir. Tek bir kitap
bütün kitaplardır ve bütün kitaplar da tek bir kitaptır. Yazarların çokluğunun
bir önemi yoktur. Çünkü "her şey yazılmıştır”. Kitaplık birbirine benzer
nitelikte milyonlarca kitapla doludur ki hepsi de birbirinin tekrarıdır.
Kitaplık evrenin ta kendisidir ve bu evrende "bir okur, kütüphaneci,
derlemeci, yazar olmadan önce insan da bir yazı sayfasıdır”.
Tüm
dünyayı bir kitaba sığdırmaya çalışan yazarların aksine, eşine az rastlanır
biçimde dünyanın kendisini bir kitap olarak gören yazarlardandır Borges.
Not: Koyu yazılmış başlıklar dışındaki tüm yazılar Notos'un Borges sayısından alınmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder