Altı Doldurulmayan Denemeler ya da Bir Anlatıcıdan Sıkılmak
Öncelikle övgüler. Elif Erdoğan’ın 'genellikle bir paragraftan oluşan kısa ama vurucu öyküler' şeklinde basite indirgenebilecek oturmuş bir tarzı var. Genç bir öykücüden gelen ilk kitap için oldukça cesur bir tercih. Yazar yeni biçimleri denemek konusunda elini hiç korkak alıştırmamış. İlk kitaba göre oturmuş bir dil, uzun uzun açıklayıp okura aptal muamelesi yapmaktansa bir cümleyle durumu sezdiren bir anlatım. Bundan sonrası yergi mi ben karar veremedim.
Her ne kadar cesaretini övsem de bu biçim denemelerinin hepsinin başarılı olduğunu söylemek zor. Bir de şöyle bir durum var, kitabın genelinde biçimsel anlamda bir doğrultu olmadığı için ister istemez bu denemeleri yeni biçimlerin denendiği öykülerin gerektirdiğini düşünüyoruz. Sözgelimi Ferit Edgü’yü düşünelim. Ne zaman bir Edgü öyküsüyle karşılaşsak karşımıza çıkacak metnin biçiminin ne olacağını aşağı yukarı biliriz. Bu durum öykünün içeriğinden ya da anlatıcıdan bağımsızdır. Edgü’nün bir tarzı var ve her öyküsünde bu tarzı, işleyip işlememesinden bağımsız olarak koruyor. Ancak Elif Erdoğan’ın kitabında bu tarz biçimsel denemelerin Edgü’deki gibi bir süreklilik sağlamaması okuyucunun zihninde ister istemez ‘bu öykü klasik biçimde anlatılamayacağı için yazar bu yolu seçmiş’ gibi bir düşüncenin doğmasına neden oluyor. Bu durum da istemsizce bir beklenti yarattığı için öyküdeki biçim denemesinin işleyip işlemediğini normalden daha fazla sorgulatıyor, dolayısıyla işlemediği yerlerin gözümüze daha çok batmasına neden oluyor. Özetlemek gerekirse okuyucu denenen biçimin gerekliliği konusunda ikna edilemediği için denenen biçim boşa düşüyor.
Kitapta bir de anlatıcı durumu
var. Buna problem demek doğru olur mu emin olamadığım için durum demeyi tercih
ediyorum ama bence ortada bir problem var. Seksen küsur öyküde de anlatıcı
neredeyse aynı. Hep o naif, kırılgan, iyi niyetli, çiçek seven, yazmaya çalışan
insan. Başlarda kötü bir şey yok. Ancak anlatıcı her öyküde aynı olunca bir
süre sonra insanı birinin günlüğünü izinsiz okuyormuşçasına rahatsız eden bir
his ele geçiriyor. Birkaç öyküde ima edilen travmalar ve psikolojik
rahatsızlıklar gibi zaten insanı rahatsız etmesi amaçlanan şeyler değil de
birinin özel hayatına burnunu sokuyormuşsunuz gibi bir his. Ben metinde yazarın
bu aynı anlatıcı durumunu bilerek kurguladığına dair bir şey göremedim. Umarım
bilerek yapılan ama kitap boyunca pek de altı doldurulamamış bir şeydir.
Bir de Dokuzdan Küpe Çiçeği’nden hareketle genel bir şey söylemek istiyorum. Hukukçular bu durumu daha iyi bilecektir tabii ama bildiğim kadarıyla bu ülkede bir öykü kitabının en az yüz sayfa olmasına dair bir yasa yok. Bu durumu yazarların talep ettiğini de sanmıyorum. Nedenini bilmiyorum, merak da ediyorum ama sonucunu biliyorum: Metni yüz sayfaya tamamlamak için konulan “filler” öyküler. Özellikle ilk kitaplarını çıkaran yazarların bu konuda rahatsızlık hissetse bile ses çıkaramaması çok olası. Bu nedenle iş yayınevlerine düşüyor. İçinde pişmiş öykülerin bulunduğu 60 sayfalık bir kitap, içinde filler öykülerin bulunduğu yüz sayfalık bir kitaptan çok daha iyidir. Yasal bir yükümlülüğünüz de yoksa şimdi 60 sayfalık öykü kitapları yayınlamanın tam sırası.
Tek kitaptan bu çıkarımı yapmak ne derece sağlıklı bilemiyorum ama dilinin oturmuşluğuna ve biçimde olmasa da anlatıcının zihnine girme konusunda bir süreklilik yakalamasına güvenerek Elif Erdoğan’ın önünün açık olacağını düşünüyorum. Biçimsel denemelerindeki cesaretini takdir etmekle birlikte Elif Erdoğan’a haddim olmayarak biçimsel denemenin metne bir şey katıp katmadığı konusuna dikkat etmesini tavsiye ediyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder